Melancholia



Melancholia, ,benim için 2011'in en çarpıcı filmi. Distopyan bir filmin bu kadar sarsıcı ve yıpratıcı olabileceğini hiç düşünmemiştim açıkçası. Filmin daha henüz başında gösterilen muhteşem kareler, filmin atmosferini o kadar güzel kuruyor ki -güzel derken filmin amacına güzelce hizmet edişinden bahsediyorum, yoksa pek de iç açıcı kareler değil aslında - o malum sona yaklaşışı içinde gibi hissettirerek devam ediyor film. 
Filmin ikinci kısmında Justine karakterinin değişen halet-i ruhiyesi çok etkileyiciydi. Filmden seçtiğim sahnelerin de filmin ilk yarısında ve ikinci yarısında (Trier tarafından iki parçada işleniyor film) Justine'in durumunu en iyi betimleyen sahneler olduğunu düşünüyorum. 
Filmin ilk yarısında Justine'in küvete giremeyecek kadar bitkin olduğu ve ayağını bile kaldıramadığı sahnede sanki benim de bütün enerjim çekilmiş gibi hissettim. Filmin diğer yarısında Melancholia'nın ışığının Justine'in vücudunu yıkadığı sahne ise bence hem çok estetik ve erotik bir sahneydi, hem de bir nevi ölümle dans edişti sanki.




My Week with Marilyn



Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en meşhur film yıldızı Marilyn Monroe'nun İngiltere'de film çekimi için bulunduğu bir haftayı anlatan bu filmi merakla bekliyordum ve Randevu Film Festivali'nin seçkisinde bu filmi görür görmez hemen biletimi aldım. Film, Monroe'nun İngiltere'de çekilen filmi The Prince and The Show Girl filminin asistanlarından Colin Clark'ın günlüğünden uyarlanmış ve film Colin'in film setinde Marilyn ile kurduğu ilişkiyi anlatıyor. Sinemanın o şaşaalı dönemini benim gibi çok  merak edenlerdenseniz filmin inanılmaz bir atmosferi var ve keyifle izleniyor. Filmin başında acaba Michelle Williams Marilyn Monroe'yu nasıl canlandırdı diye düşünürken Marilyn'in uçaktan indiği sahneyle beraber kendimi büyülenmiş bir şekilde filmin içinde buldum. Marilyn'in o muhteşem star ışığına sahip ve hakimdi Michelle Williams'ın Monroe canlandırması.

Filmin en etkileyici sahneleri Marilyn Monroe'nun çok büyük bir film starı ve hatta bir marka olduğunu aslında kendisinin de bildiğini hissettirdiği sahnelerdi. Marilyn'in aslında kırılgan, sevgiye muhtaç ve yalnız karakterinin bu kadar meşhur ve gözde oluşu ile yarattığı tezat, filmde incelikle işlenmişti.

Son olarak şunu diyebilirim ki, aslında o dönemi ve Marilyn Monroe'yu böylesi güzel kotarılmış bir filmde izlemek çok keyifliydi; ama bu Marilyn Monroe sonuçta, onu izlemek insanda buruk bir his de bırakmıyor değil.

  

Esra'nın Filmi The Artist



Sahne Seçtim Ben’in Aralık temasına yazmak gerçekten mutlu ediyor beni, önce bunu belirteyim. Tam bir ödül töreni freaki olarak, henüz daha adaylar açıklanmadan bu konsepte yazacağım film aklımdaydı. Fakat hali hazırda SAG ve Golden Globe adayları da açıklanmışken büyük bir hevesle, bu senenin son yarısında izlediğim filmler arasında favorim olan ile alakalı birkaç cümle karalamak güzel olacak.
Sözü fazla uzatmadan filmi ifşa ediyorum; The Artist.
1920’ler ve 30’lar Hollywood’unda inişe geçen ünlü bir aktör ve bu aktör sayesinde büyük çıkışını yapan bir aktristin temelde basit bir hikaye üzerine kurulmuş olan ilişkisini anlatıyor film. Bu filmi izlemeden hemen önce Midnight In Paris’i izlemiştim ve The Artist’i izledikten sonra vardığım sonuç zamanda geriye gidebilmek için, gece yarısından sonra Paris’in arka sokaklarına gitmeme gerek kalmadığıydı. Sanırım filmi kendim adına en iyi bu cümle ile ifade edebilirim.
Ve de 2011’i geride bırakmaya başladığımız şu günlerde açıklanan SAG ve Golden Globe adayları arasında da en iyi film, en iyi erkek oyuncu (Jean Dujardin) ve en iyi kadın oyuncu (Bérénice Bejo)  dallarında aday. Hani hep Golden Globe için Oscar provası derler ya, Oscar’da da yine ana ödüllerde adaylığını koyacağını ve hatta ödülü alacağını düşünüyorum.
Yazıyı sonlandırmadan geleyim en sevdiğim sahnesine The Artist’in;
Peppy’nin, George’un ceketiyle aşk yaşadığı an. Peppy bu sahnede henüz çok ünlü değildir ve dönemin en ünlü aktörlerinden George Valentin’e de sırılsıklam aşıktır. Gizlice George’un soyunma odasına girer ve orada George’un ceketine vücut buldurarak bir süre romantizmin doruklarına çıkar.
2011 biterken, birkaç aya sahibini bulacak olan en iyi film ödülü Oscar’ını alması kuvvetle muhtemel olan Artist’in fragmanıyla baş başa bırakıyorum sizleri.


 

The Ides of March



2011 Oscarları için konuşulan filmlerden biri The Ides of March. Ama nedense bende pek de oscar için yarışabilecek bir film hissiyatı uyandırmadı. Senaryonun çok hızlı geçtiği yerler vardı, stajyer kızın hikayesi zayıftı, en sevdiğim aktörlerden Philip Seymour Hoffman'ın canlandırdığı karakter de aşırı klişeydi bana kalırsa. Filmde oyunculuk adına Ryan Gosling'in çok iyi bir performans sergilediğini söyleyebilirim. Bir de filmin siyasi entrikaları ele alış biçimini sevdiğimi belirtmem gerek. Siyasilerin beyin takımlarının rekabeti ve hileleri;  aralarındaki kuşak farkının yarattığı farklılıklar perdede izlemesi keyifli çatışmalar doguruyordu. Filmde pek çok sahnede dikkatimi çeken bir unsur da yüzleşmelerin gerçekleştiği sahnelerde ışığın kullanımıydı. Yüzlerin yarısını aydınlatan ışıklar bu işin içindeki herkesin ikiyüzlülüğünü vurgular cinstendi. 

  

2011'in sonuna yaklaşırken...

Artık yavaş yavaş bu yılın filmleri değerlendirilmeye ve ödüller sahiplerini bulmaya başladı. Tahminimce ayın 15'inde Altın Küre adaylarının da açıklanmasıyla bu en'li listeler alıp başını gidecek. Ben de üzerine bir şeyler söylemek istediğim 2011 filmlerinden sahneler seçerek bir seçki oluşturacağım bu ay. Sizlerden de 2011 filmlerinizin sahnelerini bekliyorum. 

P.S: Sight&Sound dergisinin 2011 değerlendirmesine göz atmak isterseniz:  

Hangi İnsan Hakları?


"Hangi İnsan Hakları?" benim de 2 yıldır ufak bir parçası olduğum Documentarist ekibinin düzenlediği bir film festivali. Bu yılın teması da "Çocuklar ve Hakları". Haftasonu ne izlesek diyenler için yarın -cumartesi- festivalin son günü ve tüm gösterimler ücretsiz. Festivalde gösterilen belgeselleri incelemek ve festival programına göz atmak için: